Merhaba arkadaşlar uzun zamandır görüşemiyorduk dünya bizleri peşinden koşturmaya devam ediyor.İnşallah hepiniz iyisinizdir.Hepinize kucak dolusu sevgilerrrr:)
1) Ağaç dikin, yabani otları yolun, bırakın elleriniz toprakla buluşsun. 2) Gülmek için, size eşlik edecek birilerinin olmasını beklemeyin. 3) Bahçenizde, balkonunuzun uygun bir köşesinde domates, biber, maydanoz yetiştirin. Az bile olsa tohumunu elinizle ektiğiniz bi...r sebzeyi yemek çok tatlı gelecektir. 4) Sabredin, istediklerinizin gerçekleşmesi için belirlenmiş doğru bir zamanı vardır. 5) Bir şeyler üretin. Resim yapın, yazı yazın, atkı ya da kazak örün. 6) Yavaşlayın ve anın keyfini çıkartın. 7) Uzun zamandır kin beslediğiniz birisini affedin. 8) Bir çocuğu veya bebeği sevin. Onlardan pozitif bir enerjinin size geçtiğini görecektir. 9) Çocukları üzecek ve incitecek bir şey yapmaktan sakının. 10) Çocukluğunuzda okuduğunuz masal kitapları sakladığınız yerden çıkarın ve tekrar okuyun. 11) Bir işi bitirmek için kendinize yeterli süre tanıyın. 12) Başarılarınızı ve başarısızlıklarınızı şansa bağlamayın. 13) Bir hayvanı sevin ya da yapabiliyorsanız ona sarılın. 14) Gün doğumu ve gün batımının ihtişamını hissedin. 15) Geçmişin geride kaldığını ve geleceğin belki de hiç gelmeyeceğini hatırlayın. 16) Kusurlu yanlarınızı sevmek zorunda değilsiniz ama en azından onları kabul edebilirsiniz. 17) Karıncaların evlerini inşa edişlerini ve kendi ağırlılarının 10 katı yiyecek taşıyışlarını izleyin. 18) Ara sıra içinizdeki çocuğun yaramazlık yapmasına izin verin. 19) Başarı bir süreçtir, bir varış noktası değildir. Bunu hep hatırlayın. 20) Evinizde çiçek besleyin. 21) Cebinizde veya çantanızda şeker taşıyın. Arkadaşlarınıza veya karşılaştığınız çocuklara bunlardan verebilirsiniz. 22)İşlerinizi ertelemeyin. Böylece geriye dönüp hataları düzeltmek için yeterli zamanınız olur. 23) Uzun zamandır aramadığınız bir arkadaşınız varsa hemen şimdi onu arayın. 24) Uzun zamandır rafta okunmayı bekleyen kitabınızı alın ve okumaya başlayın. 25) Ara sıra nostaljik takılın. Çocuk parkına gidip salıncağa binin, elma şekeri veya pamuk şekeri yiyin. İp atlayın, ya da misket oynayın. 26) Yeni bir dil öğrenin. 27) Rutinlerinizin dışında çıkın. Her zaman kullandığınız yoldan farklı bir yol keşfedin, mobilyalarınızın yerini değiştirir. Farklı bir yerden alış-veriş yapın. Yani bir şeyi farklı yapın. 28) Birisine yardım elini uzatın. 29) Hayatınızda değiştirebileceklerinizi değiştirin ve geri kalanları kendi haline bırakın. 30) Ve bugün sahip olduğunuz bir şey için şükredin.
Sevdim,



Semada yüzen bir bulutu, sevdim,


Sevdim, istiridyeki nadir inci tanesini...






Sevdim, bir balığın pulundaki inceliği,


Sevdim, yürekten gülen bir ben-i ademi...






Sevdim, varlığımın sebebi kaderimi,


Sevdim, sevilmeyi, sevdim sevmeyi...






Sevdim, bendeki beni, sevdim yaradanı beni,


Sevdim, bendeki bedeni, bebeğimi...






Ama en çok ,


Sevdim, bir bendeki seni,


Bir tek seni,


Bir tanecik seni,


Kardelenimi,


Can çiçeğimi,


Güzelimi,


Solmayan ümidimi,


Sevdiğimi,


Hep seni...
Vaktiyle bir vezir, padişah katında hatırının kırılmayacağına inanarak kendisinden şöyle bir ricada bulundu:
- Sultanım benim iki tane karım, her birinden de üçer çocuğum var Karılarımın hangisinin analık duygularının daha kuvvetli olduğunu merak ediyorum Malımı da buna göre vasiyet edeceğim Şunları bu konuda bir sınamanız mümkün mü?
Padişah, veziri sevdiği için gönlünü yapmak istedi Hanımlarından birini çağırttı ve dedi ki:
- Ey hatun, benim vezirim olan senin kocan, gözdelerimden birini baştan çıkarmış Bunun cezası aslında ölümdür Ama sen kocanı affedersen idamdan vazgeçip onu sevgilisiyle beraber ülke dışına sürgün edeceğim
Kadının gözlerinde intikam alevi parladı:
- istemem, bana yar olmayan başkasına da yar olmasın! Asın, ipini de bana çektirin!
Padişah daha sonra vezirin öbür karısını çağırttı Ona da aynı şeyi söyledi Vezirin ikinci karısı tam tersine bir tavır takındı:
- Aman sultanım, ben kocasız kalmaya razıyım, ama çocuklarım babasız kalmasın, idam edeceğinize sürgün edin de çocuklarım babalarıyla bir gün kavuşma ümidini kaybetmesinler,Arkadaşlar analığı hakkıyla yapmayı nasip etsin Rabbim bize...



Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle



ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl


ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf
gibi günü karşılıyordu.


Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş


bana gülümseyerek gün başlıyor."


Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.


Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de


baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.


"İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden


bozuyor?"


Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.


Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi


duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen


taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini


seyre...




Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar
oluşturuyordu.


Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:


"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki?


Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara


kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de


seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç


bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?






Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de


burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders


veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE."






Dağ denize sordu:






"SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?"






Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden


başkalarının söylediklerini duyabileceksin...






Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..."
Gönlü Allah ve Resûlullah Aşkıyla Doldurmak
Hz. Mevlânâ, şahsında birkaç yönlü cevher bulunan biridir. Her ne kadar, bir kısım kimseler tarafından, “hümanist bir İslam filozofu”, “ünlü bir halk ozanı”, “mistik bir şair” veya “İslam düşünürü” sıfatlarıyla tanıtılmaya çalışılsa da, asıl adı Mevlânâ Muhammed, lakabı Celaleddin-i Rumî olan bu şahsiyet, bir İslam alimi ve İslami ilimlerin tahsil edildiği kurumlarda görev yapan bir müderristir. Dolayısıyla o, her şeyden önce, Allah’ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini bilen bir şahsiyettir. İşte böylesine sağlam bir dinî birikime sahip olan Hz. Mevlânâ, adeta kendisini yetiştirmek ve eksik kalan kısımlarını tamamlatmak için Allah tarafından gönderilen gönül adamı ve aşk ummanı Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca aşktan da nasibini almış, böylece ilimle aşkı mezc ederek, insanı tanıma ve kendine tanıtma vadisinde çift kanatlı bir hale gelmiştir.
Yaşadığı halleri önce sadık müridi Hüsameddin Çelebi’nin anlayabileceği hale getirdi de öyle anlattı. O söyledi, Hüsameddin Çelebi yazdı ve ortaya 26.000 beyitlik Mesnevî gibi bir şaheser çıktı. Diğer eserleri de, uzun yıllar almış olduğu tahsilin, aşkla ve tefekkürle yoğrulan neticeleriydi... İşte böylesine müstesna bir mücevher olan Hz. Mevlânâ’nın, insanın manevi eğitimi için tavsiye ettiği ve belki de ilk şart koştuğu esas, kişinin ilahi aşka sahip olması ve Allah’a olan sevgisi ve muhabbetinin, O’nun sevgili kulu ve rasûlüne de yönelik olmasıdır.
Hepimizce malum olan bir beytinde şöyle der Hz. Mevlânâ:
“Ben şu canı bu tende taşıdığım sürece Kur’an’ın kölesiyim. Ve ben Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum toprağıyım.
Birisi benden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de uzağım, o sözden de...”
Bir başka yakarışı ise şöyledir:
“Allah’ım bana yerle gök arası genişliğinde bir dil ver ki, meleklerin bile hayran olduğu Muhammed Mustafa’yı anlatıp da durayım.”
Böylesine bir aşkın sahibi olan Hz. Mevlânâ, bizlerin de dikkatini aşk bahsine mevzuuna çekmek ister ve der ki:
“Kâinatta ne varsa aşktan ibarettir. Aşk olmasaydı, bu kainat nereden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana yedirip senin vücuduna katılır ve sen olurdu? Bil ki ekmek, o aşk sayesinde kendini sana verdi ve sende fani olarak sen oldu.”
“Aşk, ölü ekmeğe bile can bağışlıyor, fani olan canını sana katıyor, ebedileştiriyor.”
“Bil ki, içi ilahi aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır. Belki hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashab-ı Kehf’in köpeği dahi aşk ehlini aradı buldu, ruhani bir safaya erişti ve o has kullarda fani olarak cenneti kazandı.”
“Ölü idim dirildim. Gözyaşı idim tebessüm oldum.
Aşk deryasına daldım, nihayet baki olan devlete nail oldum.”
“Vefatımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör.”
Hz. Mevlana’nın bu telkini bize bir başka Allah dostunun, Es’ad-ı Erbili’nin beytini hatırlatıyor:
“Ne mümkün bunca ateşle şehid-i aşkı gasletmek.
Cesed ateş, kefen ateş, hem âb-ı hoşgüvar ateş”
Nitekim bu aşkla, bu şevkle dolu olan Hz. Mevlânâ, sadık ve sevgili müridi Hüsameddin Çelebi’nin ifadesine göre, soğuk kış gecelerinde dayanamadığı aşk ateşinin hararetiyle kendini dışarıya atar, sofada başını secdeye koyarmış... Hararetinin şiddetinden secde ettiği yerdeki buzlar erir su olurmuş... Tıpkı, secdelerde gözyaşları toprağı çamura çeviren Abdülkadir Geylani gibi... Ve tıpkı, uzun secdelerde gözyaşları sakalını ıslatacak kadar akan iki cihan sultanı Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz gibi...
Kıymetli okuyucularım,
Gönüllerini Allah aşkıyla cilalamış olanlar, her an oraya bir başka güzelliğin aksettiğini görürler. Her an Allah’ın sayısız kudret akışından birine şahid olurlar. Yani benliklerinde gizli “ahsen-i takvim” hakikatini keşfederler. Çünkü onlar için, bizim güzelliklerine sarıldığımız mecazi renkler ve kokular yoktur. Dünyevi renk ve kokuları aşan ve gönülleri Allah ve Resulünün aşkıyla dolu olan bu aşıklar, eşya ve olaylara “Muhammedî” sürme çekilmiş gözlerle ve firasetle baktıkları için “Ney”i bir “kamış parçası” olarak görmez, sesini de “sıradan bir ses” kabul etmezler.Bu sebeple, Hz. Mevlânâ der ki:
“Dinle bak neyi, neler söylüyor?
Gizli İlahi sırları ifşa ediyor.
Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş...
Yahut neyzenin nefesine terkedilmiş,
Dilsiz ve kelamsız bir halde feryad ederek “Allah Allah” diyor.”

2. Allah’a Kulluğun Şuurunda Olmak

İnsanın, yüce bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olduğunun ve ona kul olması gerektiğinin şuurunda olması, kulluğun en yüksek makamıdır. Bu aynı zamanda peygamberlikten de önce zikredilen bir vasıftır. Takdir edersiniz ki, kelime-i şehadeti okurken, bizler, peygamberimizden bahsederken “abduhû ve resûlühû” diyerek, önce onun kulluğunu sonra peygamberliğini tasdik ederiz. Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen bazı peygamberler de bize tanıtılırken “O ne güzel bir kul idi.” (Sâd/30,44) diye kulluğunun güzelliğine vurgu yapılarak örnekler verilir. Tüm bu anlatılanlar bir tek hakikate işaret ediyor ki, o da Yüce Mevlâ’mızın buyruğu olan “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat/56) fermanıdır.
Hz. Mevlânâ da, kulluğunun şuuruna vakıf olabilen müstesna bir şahsiyettir. Ona göre kulluk şuuruna sahip olmanın en güzel karşılığı vefa duygusudur. Vefayı dostluğun bir parçası olarak gören Hz. Mevlânâ, bir beytinde der ki:
“Dosta karşı vefalı ol. Vefakar olmak Elest Meclisinde söz verdiğin borcunu ödemendir. Korkarım ölürsün de borçlu gidersin.”
Bu beytiyle bizlere, adeta Allah Teala’nın, “Sizin Rabbiniz Ben değil miyim?” sorusuna karşılık bütün ruhların “Evet şahitlik ederiz ki, bizim Rabbimiz Sensin.” şeklindeki cevabından bahseden ayeti hatırlatır.
Ancak onun Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk şuuru farklı bir çizgide tecelli eder. Bu çizgi kulluktan yana duyduğu şevk ve heyecandır. Gelin şu beyte kulak verelim:
“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum.
Ben aciz kul, kulluğumu ifa edemediğimden başımı önüme eğdim.
Her köle azad edilince sevinir.
İlahi! Ben ise Sana kul-köle oldum diye seviniyorum.”
Hz. Mevlana, işte böylesine bir kulluk şuuruyla yaşadı ve Rabbine kavuştu. Ya bizler?... Kulluk borcumuzu nasıl ödüyoruz acaba?. Kıldığımız namazlardan hatırımızda kalan bir tekbir, bir de selam çoğu zaman... Namaz kıldığımızı zannettiğimiz, zaman diliminde ise, günlük işlerimizi, hesabı-kitabı, alacak-vereceklerimizi planlıyoruz. Sanki bizler için söylenmiş şu beyitler için gelin, kulak verelim Hz.Mevlânâ’ya:
“Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede.
Gâfilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmada...
Sen aklını başına al da, ömrünü şu içinde bulunduğun gün say.
Bak bakalım bu günü hangi sevdalarla harcıyorsun?”
Nefes Kesen Sessizliğine Sitem Ektim...
Hayal ile gerçeğin ayırdına varamayan bir şizofrenin akıl açlığındayım.
Ve senin açlığındayım nicedir.
Gelmiyorsun ya;
Canımın istek kip'lerine sağırlaştırıyorum kendimi.
Zamanın hiçbir karesine denk düşmüyor adımlarımız.
Ve hayatın hiçbir coğrafyasında biz'e yer yok biliyorum.
Sonbahar'la soludum yine bir ayrılığı.
Sekmedi vakti, dakik bir uğultuyla geldi yine.
Halbuki ben, ezber bozup düş yazmıştım.
Olmadı.
Sayıltılar sayıyorum sondan geriye.
Kurup duruyorum vakti,
Gelmeyeceksin.
Eğreti bir yalnızlıktan aleni yoksunluğa dön-üşüyorum.
Susma hakkının terke dönüşen gölgesinde;
Nabız sayımlarına yetişemiyorum hayatın.
Önceleri ilk'leri yaşardım ya seninle.
Şimdi di-li sürçmüş zamanın akrebinden zehirler akıtıyorum.
Yalanlarım aklanmıyor.
Pişmanlığın zemherir soğuğuyla, utancın sıcağı arasında yaş-arıyor gözlerim.
Hangi dilde daha büyüktür hataların açtığı güven oyukları.
Düşünüyorum;
Aleyhime şahlanıyor tüm cevaplar.
Susabiliyorum bi tek.
Senin gibi.
Kronolojik sıralasam sendeki yersizliğimi,
Küresel soğuyacak bakışlarındaki anlam biliyorum.
Sesine uyku kaçmış karanlığını yırt,
Ve tek bi cümle derip, çat bana.
-Ma ek sus'una.
El verme vedalar'a...
Gel...

*Yokluğunun iki yakasını bir araya getirip;
Varlığını ilikler misin ömrüme...ALINTI::