Vaktiyle bir vezir, padişah katında hatırının kırılmayacağına inanarak kendisinden şöyle bir ricada bulundu:
- Sultanım benim iki tane karım, her birinden de üçer çocuğum var Karılarımın hangisinin analık duygularının daha kuvvetli olduğunu merak ediyorum Malımı da buna göre vasiyet edeceğim Şunları bu konuda bir sınamanız mümkün mü?
Padişah, veziri sevdiği için gönlünü yapmak istedi Hanımlarından birini çağırttı ve dedi ki:
- Ey hatun, benim vezirim olan senin kocan, gözdelerimden birini baştan çıkarmış Bunun cezası aslında ölümdür Ama sen kocanı affedersen idamdan vazgeçip onu sevgilisiyle beraber ülke dışına sürgün edeceğim
Kadının gözlerinde intikam alevi parladı:
- istemem, bana yar olmayan başkasına da yar olmasın! Asın, ipini de bana çektirin!
Padişah daha sonra vezirin öbür karısını çağırttı Ona da aynı şeyi söyledi Vezirin ikinci karısı tam tersine bir tavır takındı:
- Aman sultanım, ben kocasız kalmaya razıyım, ama çocuklarım babasız kalmasın, idam edeceğinize sürgün edin de çocuklarım babalarıyla bir gün kavuşma ümidini kaybetmesinler,Arkadaşlar analığı hakkıyla yapmayı nasip etsin Rabbim bize...



Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle



ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl


ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf
gibi günü karşılıyordu.


Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş


bana gülümseyerek gün başlıyor."


Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.


Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de


baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.


"İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden


bozuyor?"


Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.


Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi


duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen


taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini


seyre...




Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar
oluşturuyordu.


Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:


"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki?


Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara


kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de


seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç


bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?






Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de


burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders


veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE."






Dağ denize sordu:






"SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?"






Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden


başkalarının söylediklerini duyabileceksin...






Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..."
Gönlü Allah ve Resûlullah Aşkıyla Doldurmak
Hz. Mevlânâ, şahsında birkaç yönlü cevher bulunan biridir. Her ne kadar, bir kısım kimseler tarafından, “hümanist bir İslam filozofu”, “ünlü bir halk ozanı”, “mistik bir şair” veya “İslam düşünürü” sıfatlarıyla tanıtılmaya çalışılsa da, asıl adı Mevlânâ Muhammed, lakabı Celaleddin-i Rumî olan bu şahsiyet, bir İslam alimi ve İslami ilimlerin tahsil edildiği kurumlarda görev yapan bir müderristir. Dolayısıyla o, her şeyden önce, Allah’ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini bilen bir şahsiyettir. İşte böylesine sağlam bir dinî birikime sahip olan Hz. Mevlânâ, adeta kendisini yetiştirmek ve eksik kalan kısımlarını tamamlatmak için Allah tarafından gönderilen gönül adamı ve aşk ummanı Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca aşktan da nasibini almış, böylece ilimle aşkı mezc ederek, insanı tanıma ve kendine tanıtma vadisinde çift kanatlı bir hale gelmiştir.
Yaşadığı halleri önce sadık müridi Hüsameddin Çelebi’nin anlayabileceği hale getirdi de öyle anlattı. O söyledi, Hüsameddin Çelebi yazdı ve ortaya 26.000 beyitlik Mesnevî gibi bir şaheser çıktı. Diğer eserleri de, uzun yıllar almış olduğu tahsilin, aşkla ve tefekkürle yoğrulan neticeleriydi... İşte böylesine müstesna bir mücevher olan Hz. Mevlânâ’nın, insanın manevi eğitimi için tavsiye ettiği ve belki de ilk şart koştuğu esas, kişinin ilahi aşka sahip olması ve Allah’a olan sevgisi ve muhabbetinin, O’nun sevgili kulu ve rasûlüne de yönelik olmasıdır.
Hepimizce malum olan bir beytinde şöyle der Hz. Mevlânâ:
“Ben şu canı bu tende taşıdığım sürece Kur’an’ın kölesiyim. Ve ben Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum toprağıyım.
Birisi benden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de uzağım, o sözden de...”
Bir başka yakarışı ise şöyledir:
“Allah’ım bana yerle gök arası genişliğinde bir dil ver ki, meleklerin bile hayran olduğu Muhammed Mustafa’yı anlatıp da durayım.”
Böylesine bir aşkın sahibi olan Hz. Mevlânâ, bizlerin de dikkatini aşk bahsine mevzuuna çekmek ister ve der ki:
“Kâinatta ne varsa aşktan ibarettir. Aşk olmasaydı, bu kainat nereden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana yedirip senin vücuduna katılır ve sen olurdu? Bil ki ekmek, o aşk sayesinde kendini sana verdi ve sende fani olarak sen oldu.”
“Aşk, ölü ekmeğe bile can bağışlıyor, fani olan canını sana katıyor, ebedileştiriyor.”
“Bil ki, içi ilahi aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır. Belki hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashab-ı Kehf’in köpeği dahi aşk ehlini aradı buldu, ruhani bir safaya erişti ve o has kullarda fani olarak cenneti kazandı.”
“Ölü idim dirildim. Gözyaşı idim tebessüm oldum.
Aşk deryasına daldım, nihayet baki olan devlete nail oldum.”
“Vefatımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör.”
Hz. Mevlana’nın bu telkini bize bir başka Allah dostunun, Es’ad-ı Erbili’nin beytini hatırlatıyor:
“Ne mümkün bunca ateşle şehid-i aşkı gasletmek.
Cesed ateş, kefen ateş, hem âb-ı hoşgüvar ateş”
Nitekim bu aşkla, bu şevkle dolu olan Hz. Mevlânâ, sadık ve sevgili müridi Hüsameddin Çelebi’nin ifadesine göre, soğuk kış gecelerinde dayanamadığı aşk ateşinin hararetiyle kendini dışarıya atar, sofada başını secdeye koyarmış... Hararetinin şiddetinden secde ettiği yerdeki buzlar erir su olurmuş... Tıpkı, secdelerde gözyaşları toprağı çamura çeviren Abdülkadir Geylani gibi... Ve tıpkı, uzun secdelerde gözyaşları sakalını ıslatacak kadar akan iki cihan sultanı Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz gibi...
Kıymetli okuyucularım,
Gönüllerini Allah aşkıyla cilalamış olanlar, her an oraya bir başka güzelliğin aksettiğini görürler. Her an Allah’ın sayısız kudret akışından birine şahid olurlar. Yani benliklerinde gizli “ahsen-i takvim” hakikatini keşfederler. Çünkü onlar için, bizim güzelliklerine sarıldığımız mecazi renkler ve kokular yoktur. Dünyevi renk ve kokuları aşan ve gönülleri Allah ve Resulünün aşkıyla dolu olan bu aşıklar, eşya ve olaylara “Muhammedî” sürme çekilmiş gözlerle ve firasetle baktıkları için “Ney”i bir “kamış parçası” olarak görmez, sesini de “sıradan bir ses” kabul etmezler.Bu sebeple, Hz. Mevlânâ der ki:
“Dinle bak neyi, neler söylüyor?
Gizli İlahi sırları ifşa ediyor.
Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş...
Yahut neyzenin nefesine terkedilmiş,
Dilsiz ve kelamsız bir halde feryad ederek “Allah Allah” diyor.”

2. Allah’a Kulluğun Şuurunda Olmak

İnsanın, yüce bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olduğunun ve ona kul olması gerektiğinin şuurunda olması, kulluğun en yüksek makamıdır. Bu aynı zamanda peygamberlikten de önce zikredilen bir vasıftır. Takdir edersiniz ki, kelime-i şehadeti okurken, bizler, peygamberimizden bahsederken “abduhû ve resûlühû” diyerek, önce onun kulluğunu sonra peygamberliğini tasdik ederiz. Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen bazı peygamberler de bize tanıtılırken “O ne güzel bir kul idi.” (Sâd/30,44) diye kulluğunun güzelliğine vurgu yapılarak örnekler verilir. Tüm bu anlatılanlar bir tek hakikate işaret ediyor ki, o da Yüce Mevlâ’mızın buyruğu olan “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat/56) fermanıdır.
Hz. Mevlânâ da, kulluğunun şuuruna vakıf olabilen müstesna bir şahsiyettir. Ona göre kulluk şuuruna sahip olmanın en güzel karşılığı vefa duygusudur. Vefayı dostluğun bir parçası olarak gören Hz. Mevlânâ, bir beytinde der ki:
“Dosta karşı vefalı ol. Vefakar olmak Elest Meclisinde söz verdiğin borcunu ödemendir. Korkarım ölürsün de borçlu gidersin.”
Bu beytiyle bizlere, adeta Allah Teala’nın, “Sizin Rabbiniz Ben değil miyim?” sorusuna karşılık bütün ruhların “Evet şahitlik ederiz ki, bizim Rabbimiz Sensin.” şeklindeki cevabından bahseden ayeti hatırlatır.
Ancak onun Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk şuuru farklı bir çizgide tecelli eder. Bu çizgi kulluktan yana duyduğu şevk ve heyecandır. Gelin şu beyte kulak verelim:
“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum.
Ben aciz kul, kulluğumu ifa edemediğimden başımı önüme eğdim.
Her köle azad edilince sevinir.
İlahi! Ben ise Sana kul-köle oldum diye seviniyorum.”
Hz. Mevlana, işte böylesine bir kulluk şuuruyla yaşadı ve Rabbine kavuştu. Ya bizler?... Kulluk borcumuzu nasıl ödüyoruz acaba?. Kıldığımız namazlardan hatırımızda kalan bir tekbir, bir de selam çoğu zaman... Namaz kıldığımızı zannettiğimiz, zaman diliminde ise, günlük işlerimizi, hesabı-kitabı, alacak-vereceklerimizi planlıyoruz. Sanki bizler için söylenmiş şu beyitler için gelin, kulak verelim Hz.Mevlânâ’ya:
“Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede.
Gâfilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmada...
Sen aklını başına al da, ömrünü şu içinde bulunduğun gün say.
Bak bakalım bu günü hangi sevdalarla harcıyorsun?”
Nefes Kesen Sessizliğine Sitem Ektim...
Hayal ile gerçeğin ayırdına varamayan bir şizofrenin akıl açlığındayım.
Ve senin açlığındayım nicedir.
Gelmiyorsun ya;
Canımın istek kip'lerine sağırlaştırıyorum kendimi.
Zamanın hiçbir karesine denk düşmüyor adımlarımız.
Ve hayatın hiçbir coğrafyasında biz'e yer yok biliyorum.
Sonbahar'la soludum yine bir ayrılığı.
Sekmedi vakti, dakik bir uğultuyla geldi yine.
Halbuki ben, ezber bozup düş yazmıştım.
Olmadı.
Sayıltılar sayıyorum sondan geriye.
Kurup duruyorum vakti,
Gelmeyeceksin.
Eğreti bir yalnızlıktan aleni yoksunluğa dön-üşüyorum.
Susma hakkının terke dönüşen gölgesinde;
Nabız sayımlarına yetişemiyorum hayatın.
Önceleri ilk'leri yaşardım ya seninle.
Şimdi di-li sürçmüş zamanın akrebinden zehirler akıtıyorum.
Yalanlarım aklanmıyor.
Pişmanlığın zemherir soğuğuyla, utancın sıcağı arasında yaş-arıyor gözlerim.
Hangi dilde daha büyüktür hataların açtığı güven oyukları.
Düşünüyorum;
Aleyhime şahlanıyor tüm cevaplar.
Susabiliyorum bi tek.
Senin gibi.
Kronolojik sıralasam sendeki yersizliğimi,
Küresel soğuyacak bakışlarındaki anlam biliyorum.
Sesine uyku kaçmış karanlığını yırt,
Ve tek bi cümle derip, çat bana.
-Ma ek sus'una.
El verme vedalar'a...
Gel...

*Yokluğunun iki yakasını bir araya getirip;
Varlığını ilikler misin ömrüme...ALINTI::
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina’ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur’a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah’ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.
Hepinize hayırlı günler arkadaşlar.Biz biz olalım hiç kimseden kendimizi üstün görmeyelim.Rabbim bizi,Kendi rızası için alanlardan ve verenlerden eğlesin işallah. Kaynak:
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu.
 Bu hikâyeyi, yıllarca İstanbul'da yaşadıktan sonra Çanakkale'ye yerleşen Yüksel Bey anlattı. Bir yakını bize, biz de bütün yakınlarımıza...

     Bir yaz günü, yetiştirdiği hayvanların arasına birkaç tane de kaz ilave etmeyi düşünerek, karşı yakadaki kaz çiftliğine gitmek üzere yola çıkan Yüksel Bey, saatlerini çok iyi bildiği ve hiçbir zaman kaçırmadığı feribotu kaçırır.

     O sıcakta bir sonraki feribotu beklemeyi göze alamayınca da kaz alma planını bir sonraki güne erteleyerek geri dönmeye karar verir.

     Dönüş yolunda otomobiliyle ilerlerken, bir kaz sürüsüyle karşılaşır.

     Kazları takip ederse kendisini mutlaka ait oldukları yere götüreceklerini düşünerek peşlerinden gitmeye başlar.

     Sürü önde, Yüksel Bey arkada, tozlu topraklı köy yollarında ilerlemeye başlarlar. Derken bir yol ayrımında sürü ikiye ayrılır. Bir grup kaz sağa giderken diğer grup düz devam eder.

     Yüksel Bey bir an tereddüt ettikten sonra, sağa sapan kazları izlemeye karar verir. Kazlar yalpalaya yalpalaya bir süre daha gider ve sonunda ağaçların arasına gömülmüş küçücük bir evin önündeki tahta çitlerin arasından geçerek içeri girerler.

     O sırada evin kapısı açılır ve yaşlı bir kadın dışarıya çıkarak kazları karşılar.

     Yüksel Bey, bir süre kadını izledikten sonra otomobilden iner, onun yanına gider ve şayet kabul ederse kazlarını satın almak istediğini söyler.

     Yaşlı kadın sesi soluğu çıkmadan bakar bakar ve ardından gözlerinden akan yaşlara hakim olamayarak "Ben taa ne zamandır bu kazları satmaya niyetliyim. Tek derdim, onları satıp içeride aylardır hasta yatan kocama ilaç almak. Ama ne bir yere gidecek halim ne de onları satacak birini bulacak gücüm var. Dün gece sabaha kadar ağlayarak yakardım.

     Dualarımın duyulacağını biliyordum. Seni bana Rabbim yolladı oğlum" der.

     Yüksel Bey, kazlara yaşlı kadının hayal bile edemeyeceği bir fiyat ödediği gibi ertesi gün oraya bir doktor götürüp kocasını muayene ettirir, ilaçlarını alır ve yaşlı kadının hayır dualarıyla oradan ayrılır.Yanan bir kaple edilen dua böylelikle kabul olur.Rabbim hepimizin dualarını kabul etsin.

hayat
bazen isteklerine erişememek,
vazgeçmek ama kopamamak,
gülümsemek ama gülememek,
ağlamak ama ağladığını belli etmemek,
sevmek kimi zaman ama sevdiğini söyleyememek,
sevilmek ama seni seveni sevememek,
kızmak ama kızdığını incitememek,


Hayat... Biz gelecek için plan yaparken başımızdan geçen olaylar zinciri...
Hayat...Daha... iyi olsun diye çalışıp çabalarken hızla geçen zaman dilimi...
Hayat...Günlük işlere dalıp o yoğunlukta geri kalan kısmı yaşamayı unuttuğumuz kavram...
Hayat...Paran, sağlığın ve huzurun varsa güzel, yoksa yandı gülüm keten helva...
Hayat...doğumla ölüm arasındaki çizgi...ALINTI...Benim fecebook taki sayfamdan hayranı olduğum Türk Edebiyat külübünün yayınından aldım.Sizlerlede paylaşmak istedim.

... Ne hesabını veremeyeceğim bir günüm oldu ne de vicdanımı lekeleyen bir geçmişim... Ne hissettiysem onu söyledim , onu yaşadım... Yaşadığım bir tek andan bile pişmanlık duymadım... Asla keşkelerim olmadı... Hiçbir zaman kendimle vicdan mahkemesi yapmak zorunda kalmadım... Karşıma bazen gerçek yüzler , bazen sahteler çıktı ama olsun ben yine sadece hislerimle yaşadım.. Asla sevmediğim birine seni seviyorum demedim , ya da asla birini severken karşılığını beklemedim... Dostluğuma değer biçmedim , sevgime ise hiçbir zaman sınır çizmedim... Sevdiysem sonuna kadar gittim,bitirdiysem öldürse de hasreti geriye dönmedim... Bazen çok kırıldım , bazen belki de kırdım... Ama hata insana mahsustur dedim..Affettim , af diledim.. Kimileri birden fazla kırdılar kalbimi ama ben onları yinede affettim.. Onlar belki beni saflıkla yargıladılar.Belki de içten içe sinsice güldüler... Ama asıl unuttukları şuydu... Ben aldanmadım... Aldanan her zaman kendileri oldular ama bunu anlayamadılar... Bir insan kaybının ne olduğu bilemedikleri için... Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için...... Oysa ben hiç insan kaybetmedim... Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim o kadar...ALINTI:::